Aslında yayınlamayı düşünmediğim yazılarım vardı ancak sizinle paylaşmayı istedim. Bir kaç yazımı ve bir şiirimi beğenmeniz dileğiyle sizinle paylaşacağım. Sevgilerle...
Babama Mektup- İlk ve Son
Canım babacığım,
Bu sana ilk ve son mektubum. Seni ne kadar özlediğimi, acılarımı, kimsesizliğimi paylaşacağım tek mektup. Sensizliğin neler getirdiğini bilmeni, üzülmeni istemezdim babacığım, tıpkı senin benim üzülmemi istemeyeceğin gibi.
Küçücüktüm daha sen gittiğinde. Annem inatla 2.5 derken 3.5 yaşındaydım ben. Bir kış günüydü. Üşümüyordum ama hatırlıyorum. Bir kış akşamı gelmiştin eve omzundaki ağrıyla, annemi de alıp gitmiştiniz doktora bense ninemin kucağında çırpınıp ağlamıştım sizinle gelmek için. Seni son kez görmüş olacağımı bilsem ısırırdım beni tutan elini peşinizden koşardım. Küçücüktüm daha, ablamla elimizi peteğe koyar, kim daha çok tutabilecek yarışı yapardık. Ben hep kazandım baba, canım ne kadar yanarsa yansın çekmezdim elimi. Gittiğin gün daha çok acımıştı canım. Annemin eve ağlayarak girişini hatırlıyorum, annemin dizlerine kapanıp ağladığımı ve bütün gün annem ağlarken eve giren çıkanları... Beni her zamanki gibi kuzenimle küçük odaya koymuşlardı, zıplıyorduk yatakların üzerinde en çocuk halimizle. Çocukluğumun son günüymüş baba, bilemedim...
Annem anlattı birkaç sene önce. Sen gittiğin gün ağlamışım sabaha kadar. “Anneciğim köpekler geldi, kötü köpekler, verme beni ne olursun köpeklere” diye. Köpekleri tanıdım babacığım. Sensizken köpekler geçti hayatımdan, kaybettiğim çocukluğumdan. Tüm korkularım haklıymış o gece ve annem o gece sarılırken baba, gerçek köpekler geçerken çocuk ruhumun ırzına bana sarılamadı.
Biliyor musun baba kimse inanmadı bana. Oysa ben hatırlıyordum seni. Anlattım onlara seni, rüya görüyorsun dediler. Daha küçücük bir bebektim nereden hatırlardım? Bir çok şeyi anlatıldığı gibi hafızamda canlandırmaya çalışmış olsam da, o sandalyede oturup beni dizlerinin arasına aldığını bugün gibi hatırlıyorum. Tozlu bir görüntü olsa da, sarı bir toz bulutu içinde görsem de o anı, hatırlıyorum baba.
Büyüdüm ben baba, 4 yaşımda büyüdüm, 6 yaşımda yetişkin oldum, 9 yaşımda yaşlandım, 15 imde öldüm... Senin yokluğunda seni yaşadığım insan öldürdü beni baba, hiç acımadan. Kimseyi senin yerine koymamam gerektiğini sıcak bir yaz günü öğrendim baba. Seni yokluğunda yaşamalıydım ve o üzerine konulan tozları temizlemektense onların koyulmasına izin vermemeliydim. O tozlar birikip kirletti hayatımı. O tozlar birikti ve kirletti beni, her zerre biraz daha kin ve nefret işledi içime ve kirletti çocuk olmam gereken yaştaki ruhumu. İşte bu yüzden ben hiç büyümek istemedim, 14 yaşımda hala sokaktaki çocuklarla oynardım baba, çocuk olma özlemimi gidermek içindi her şey... 4 senelik çocukluk çok kısa baba bilsen...
Ama biliyorsun baba biliyorum, yukarda bir yerlerde izliyorsun beni. Canım her yandığında üzüldün baba biliyorum. Seni üzmemek için belki de söylemezdim bunları hayatım boyunca ama yaşadın sen de benimle birlikte o yüzden işte yazıyorum yine de, ne hissettiğimi bil diye...
Sana özlemlerim çok oldu baba. Çocukluğumda kocaman bir yaraydın benim için, başkalarının dalga geçebileceği babasız bir oyuncak olmuştum ben. Oyuncak bebeklerimin bile babası vardı baba, ama benim yoktu. Annem her şeye rağmen senin yokluğunu yaşatmamaya çalıştı. Yerini doldurmaya çalıştı ve çoğu sefer de başarılı oldu. Ama onu üzmemek için söyleyemedim dolduramadığı zamanları. Hep gözlerim yaşlı yastığımdaydı başım.
Her karne günümde ninem ağladı baba gördün değil mi? Senin için ağladı. Sen de yaşasan ve karnemi, karnemdeki beşleri görsen de sevinsen diye ağladı. Oysa söyleyemedim ben baba, beni izlediğini... Sahi iyi bakıyor musun ona şimdi? Onu yanına yollayalı 3 sene oldu. Senin ismini verdikleri ağabeyimin çocuğu o öldüğü gün, henüz üç yaşında, onu sorduğu gün evde büyük bir sessizlik olmuştu baba. Aynı sessizliği yaşatan bir soru sormuş muydum ben sen gittiğinde? Yoksa o yaşta bile bunu bilecek kadar olgun muydum? Nineme iyi bak baba. Önce halamı sonra seni yitirmek çok yordu onu çok üzdü. Halama da nineme de iyi bak...
Gittin baba... Bir kış günü yağan yağmur gibi gittin. Senelerce o günün azabından öğretmenler gününü kutlayamadım. Öldüğün gün özel bir gündü oysa. Bir öğretmen olarak senin için en onur verici olan günde ölmüştün.
Neyse baba daha fazla üzmeyeyim seni. Ben anneme iyi bakmak için daha bir süre gelmiyorum oralara. Gelmeyi çok düşündüm yanına ama senden sonra ben de terk edemezdim annemi. Annemden sonra ben de geleceğim bir gün baba. O güne kadar yanımda ol her zaman ki gibi. Acılarıma, başarılarıma şahit ol.
3 yaşımdaki duygularımla seviyorum hala seni. Kokunu unutmuş olsam da koklarcasına sarılıyorum babacığım.
Hoşça kal...
ADAGİO
Pınar Kür’e
Bir Deli Ağaç anısına…
Gün yine acımasız doğmuştu yalnızlığına.
İşte yine başlıyordu...
Adagio...
Ne yapsaydı bilmiyordu.
Uykusuz geçirdiği tüm gecelere inat
Uyur olmuştu uzun zamandır.
Oysa şimdi eskilerden çıkıp gelen derin bir keder gibi
Dolanıyordu uykusuzluk bedeninde.
Günün ilk ışıklarıyla irkildi.
Adagio...
Ne zaman bu kadar erken başlasa sabah
Bitmez bir çile oluyordu onun için...
Yine böyle bir sabah değil miydi onu kederlere bağlayan.
“Üç gün ard arda uyumamak” demişti...
Adagio...
Sessiz bir keder gibi girmişti bu melodi içine.
Kalbinin en derinindeki soluksuz nefesi çıkarmıştı ortaya ve...
Zaman aşımına uğramış birer mum gibiydi şimdi gözleri,
Erimek için yanması gerekirken yanamadan su olmuştu o.
Gözlerinden akmayan her yaşa inat
Bir damla su oluyordu uykusuz her sabahında.
Yaşamlar, yaşananlar, unutanlar, yaşatmayanlar...
Ne vardıysa artık bunları düşünecek...
Geride kalmıştı işte hepsi.
Sabahın ilk saatinde yankılanan bir ses sadece...
Adagio...
Kalbini çıkarıp koymak zorunda olmasaydı o taşa.
Uykusuz olmayacaktı ki sabahlar.
Şimdi ise uykular da yok taştaki kalbi gibi,
Eski bir hüzün sadece...
Adagio...
Canım dostum,
Biliyorum ki anlatmak kolay olmayacak yine hiçbir şeyi. Biliyorum ki göz yaşlarımı saklamak için anlatmayacağım hiçbir şeyi.
Seni üzmek istemediğimden, gülümseyeceğim yine belki, ama belki de bir kerede anlatırım sana her şeyi. İçimden çıkan kanlı bir zehir gibi dökerim her şeyi önüne. Ama ya dayanamazsan, ya üzülürsen benim bu halime... En iyisi susmak aslında. Anlatacağım her şeyi biriktirip içimde sonra susmalıyım. Ölüm suskunluğu olmamalı ama bu, sadece dostluk suskunluğu işte... Fark ettin mi son zamanlarda seni hep birlikte susmak için çağırır oldum. Suskunluklarım o kadar arttı ki tek başıma kaldıramaz oldum. Biliyordum hep neden bu kadar sustuğumuzu merak ediyordun ama soramıyordun suskunluğu bozmamak için. Öğrendin işte, sonunda...
Aslında o kadar çok ki anlatılacak. Bitirdim dediğim her şeye yeniden başladım aslında. İçimde verdiğim savaşların hepsini kaybettim. İçimdeki çocuğu güldürmeye çalışırken bak yine ağlatıverdim. Hep böyle oluyor işte... -gülmesi için oyunlar oynatıyorum ona, sonra en güzel yerinde ayağı takılıp düşüyor ve canı yanınca ağlamaya başlıyor.-
Bugün yine onunla konuşmaya karar verdim mesela,yapamayacağımı bile bile. Oysa ne çok konuştuk bunun üstüne. Biliyorum kaybetmeyeceğim hiçbir şeyi, içimdeki aşk dışında...
Nefes alamıyorum konuşurken. Evet, evet ağlamamak için değil de, nefes almak için anlatmıyorum hiçbir şeyi. Nefes almak ve biraz daha yaşamak, biraz daha acı çekmek için susuyorum derin derin. Söylemiş miydim? Acı çekmek haz veriyor artık bana. Bükemediğin eli öpme misali yenemediğim acımı seviyorum. Hayat karşısında yenilmişliğin verdiği acı değil bu, kendime yenilmiş olmanın acısı.
Kendimle baş başa kalmaya başladım başlayalı biraz yeniğim kendim karşısında. İyice ayak uydurur oldum kendime. Önceleri kendimi kandırır kaçardım. Şimdi ise ne kadar kaçsam arkamdan geliyor,tutuyor eteğimden, acıtıyor canımı. Dağlar nehirler aşıyorum, türlü oyunlar oynuyorum ama her defasında ona yakalanıyorum. Her oyunu kaybeden yine ben oluyorum. Eskiden oyunları kazanırdım oysa. Dünya karşısında, yaşamak karşısında, yenik düşsem de kendim karşısında hep kazanan olurdum. Bilmiyorum aslında. Artık oyunlardan ve kaçışlardan vazgeçip kendime teslim olmam gerekiyor belki de. Belki de…
Ankara’yı özlemek... bir şehri özlemek kadar basit olmasa gerek...
Bir şehri özlemek...bir şehri özlemek basittir,içinde heyecan yoktur. Sadece insan... insan bir şehri özlerken aslında, insanları özler en çok. Şehir dediği şey yaşadığı yer, sevdiği insanların bulunduğu yerdir insanın. İşte bu yüzden Ankara’yı özlemek bir şehri özlemek kadar basit değildir.
Ankara’yı özlemek, o havayı solumayı özlemektir. Ankara’yı özlemek üst geçitlerin altından can pazarı yaşayarak geçmeyi özlemektir. Ankara’yı özlemek Anıtkabir’i her yerden görüp, hüzünlenmeyi özlemektir. Ankara’yı özlemek yavaş yavaş yanmaya başlayan şehrin ışıklarının sisin içinde sönükleşmesini izlemeyi özlemektir. Ankara... Ankara aslında en çok özlemektir.
Gidince bir sürprizle karşılaşmayacağını bile bile heyecanlanmak, midene kramplar girecek kadar heyecanlanmak, sanki sevgiliyle ilk buluşmaymışçasına kalp atışlarının hızlanması...
Hiçbir şey değişmeyecek herkes biliyor aslında. Gidince yine yalnızlığına hapsolacak giden, evine adımını attıktan sonra yapacağı ilk şey perdeleri açmak olacak,perdeleri açarken bile yine yalnız olacak. Tüm kalbi orada, binaların birinin içinde olsa bile, bunu düşünmeyecek... sadece ışıkları seçmeye çalışacak. Anıtkabir’e şöyle bir dalacak...
Ankara’dan ayrılırken hiç olmadığı kadar, Ankara’ya gelirken heyecanlanacak. Ankara’dan ayrılırken duyduğu hüznün iki katı sevinç duyacak. Her ne kadar Ankara yalnızlık demekse de, bir şehir uğruna tüm kalp özlemle dolacak. Ankara uğruna yalnızlık sevinç olacak. Adımını atar atmaz iliklerine kadar donacak, Tunalı’da titrediği günü hatırlayacak, otobüsün buz tutmuş camlarını... sonra, bir gün eve koşarak geldiğini hatırlayacak, dondurucu soğuğa rağmen terlediğini, sonra üşüyüp yorgan altına saklandığını... ve nedense tüm bunları yaparken yine yalnız olduğunu hatırlayacak. Kalbi hafif burkulacak,gözü ışıklara dalacak, bir damla yaş,inadına, kayıtsızca akacak... efkar dağıtılmaya çalışılacak. Tüm bunlar bir göz kırpmayla son bulacak. Işıklar yanacak, en sevilen şarkı bir kez daha son sesinde dinlenecek. Sonra ihtiyaçlar akla gelecek. Küçük işler halledilecek, eve su istenmesi, valizlerin boşaltılması, kedinin maması, kumu derken bir gün daha bitecek.
Belki gün bitmeden bir iki kadeh devrilecek. Gönül yine istenmeyen yerlere gidecek. Tam Ankara’nın şerefine kaldırırken kadehi, o hüzünlü sözler duyulacak. “Bence artık sen de herkes gibisin!” diye ağlamaya başlarken en büyük yalan söylenecek. Kadehleri saymayı bıraktıktan sonra kalp hafiflemeyecek. Vücut tüm ağırlığını yitirmiş olsa da kalp ağırlaşacak. Biraz sonra insan sadece KALP kalacak. Kalp sonra göz olacak, göz akan yaşlarla ağır ağır kapanırken rüyalar büyük bir yalanı ortaya çıkaracak: “Bence artık sen de herkes gibisin!” Rüya bir türlü yalanı örtemeyecek, utanacak, unutacak...
Gözler usul usul kapanacak... hiç gidilmeyen yerlere gidilecek, hiç görülmeyen yerler görülecek, kimsenin keşfetmediği güzellikler keşfedilecek. Hiç tutulmayan eller tutkuyla tutulacak, hiç bakılmamış gözlere bir kere içten bakılacak, hiç dokunulmamış dudağa bir buse konulacak, hiç söylenmemiş sözler dudaktan bir bir dökülecek, tüm gücüyle çarpan kalp bir anda duracak!
Babama Mektup- İlk ve Son
Canım babacığım,
Bu sana ilk ve son mektubum. Seni ne kadar özlediğimi, acılarımı, kimsesizliğimi paylaşacağım tek mektup. Sensizliğin neler getirdiğini bilmeni, üzülmeni istemezdim babacığım, tıpkı senin benim üzülmemi istemeyeceğin gibi.
Küçücüktüm daha sen gittiğinde. Annem inatla 2.5 derken 3.5 yaşındaydım ben. Bir kış günüydü. Üşümüyordum ama hatırlıyorum. Bir kış akşamı gelmiştin eve omzundaki ağrıyla, annemi de alıp gitmiştiniz doktora bense ninemin kucağında çırpınıp ağlamıştım sizinle gelmek için. Seni son kez görmüş olacağımı bilsem ısırırdım beni tutan elini peşinizden koşardım. Küçücüktüm daha, ablamla elimizi peteğe koyar, kim daha çok tutabilecek yarışı yapardık. Ben hep kazandım baba, canım ne kadar yanarsa yansın çekmezdim elimi. Gittiğin gün daha çok acımıştı canım. Annemin eve ağlayarak girişini hatırlıyorum, annemin dizlerine kapanıp ağladığımı ve bütün gün annem ağlarken eve giren çıkanları... Beni her zamanki gibi kuzenimle küçük odaya koymuşlardı, zıplıyorduk yatakların üzerinde en çocuk halimizle. Çocukluğumun son günüymüş baba, bilemedim...
Annem anlattı birkaç sene önce. Sen gittiğin gün ağlamışım sabaha kadar. “Anneciğim köpekler geldi, kötü köpekler, verme beni ne olursun köpeklere” diye. Köpekleri tanıdım babacığım. Sensizken köpekler geçti hayatımdan, kaybettiğim çocukluğumdan. Tüm korkularım haklıymış o gece ve annem o gece sarılırken baba, gerçek köpekler geçerken çocuk ruhumun ırzına bana sarılamadı.
Biliyor musun baba kimse inanmadı bana. Oysa ben hatırlıyordum seni. Anlattım onlara seni, rüya görüyorsun dediler. Daha küçücük bir bebektim nereden hatırlardım? Bir çok şeyi anlatıldığı gibi hafızamda canlandırmaya çalışmış olsam da, o sandalyede oturup beni dizlerinin arasına aldığını bugün gibi hatırlıyorum. Tozlu bir görüntü olsa da, sarı bir toz bulutu içinde görsem de o anı, hatırlıyorum baba.
Büyüdüm ben baba, 4 yaşımda büyüdüm, 6 yaşımda yetişkin oldum, 9 yaşımda yaşlandım, 15 imde öldüm... Senin yokluğunda seni yaşadığım insan öldürdü beni baba, hiç acımadan. Kimseyi senin yerine koymamam gerektiğini sıcak bir yaz günü öğrendim baba. Seni yokluğunda yaşamalıydım ve o üzerine konulan tozları temizlemektense onların koyulmasına izin vermemeliydim. O tozlar birikip kirletti hayatımı. O tozlar birikti ve kirletti beni, her zerre biraz daha kin ve nefret işledi içime ve kirletti çocuk olmam gereken yaştaki ruhumu. İşte bu yüzden ben hiç büyümek istemedim, 14 yaşımda hala sokaktaki çocuklarla oynardım baba, çocuk olma özlemimi gidermek içindi her şey... 4 senelik çocukluk çok kısa baba bilsen...
Ama biliyorsun baba biliyorum, yukarda bir yerlerde izliyorsun beni. Canım her yandığında üzüldün baba biliyorum. Seni üzmemek için belki de söylemezdim bunları hayatım boyunca ama yaşadın sen de benimle birlikte o yüzden işte yazıyorum yine de, ne hissettiğimi bil diye...
Sana özlemlerim çok oldu baba. Çocukluğumda kocaman bir yaraydın benim için, başkalarının dalga geçebileceği babasız bir oyuncak olmuştum ben. Oyuncak bebeklerimin bile babası vardı baba, ama benim yoktu. Annem her şeye rağmen senin yokluğunu yaşatmamaya çalıştı. Yerini doldurmaya çalıştı ve çoğu sefer de başarılı oldu. Ama onu üzmemek için söyleyemedim dolduramadığı zamanları. Hep gözlerim yaşlı yastığımdaydı başım.
Her karne günümde ninem ağladı baba gördün değil mi? Senin için ağladı. Sen de yaşasan ve karnemi, karnemdeki beşleri görsen de sevinsen diye ağladı. Oysa söyleyemedim ben baba, beni izlediğini... Sahi iyi bakıyor musun ona şimdi? Onu yanına yollayalı 3 sene oldu. Senin ismini verdikleri ağabeyimin çocuğu o öldüğü gün, henüz üç yaşında, onu sorduğu gün evde büyük bir sessizlik olmuştu baba. Aynı sessizliği yaşatan bir soru sormuş muydum ben sen gittiğinde? Yoksa o yaşta bile bunu bilecek kadar olgun muydum? Nineme iyi bak baba. Önce halamı sonra seni yitirmek çok yordu onu çok üzdü. Halama da nineme de iyi bak...
Gittin baba... Bir kış günü yağan yağmur gibi gittin. Senelerce o günün azabından öğretmenler gününü kutlayamadım. Öldüğün gün özel bir gündü oysa. Bir öğretmen olarak senin için en onur verici olan günde ölmüştün.
Neyse baba daha fazla üzmeyeyim seni. Ben anneme iyi bakmak için daha bir süre gelmiyorum oralara. Gelmeyi çok düşündüm yanına ama senden sonra ben de terk edemezdim annemi. Annemden sonra ben de geleceğim bir gün baba. O güne kadar yanımda ol her zaman ki gibi. Acılarıma, başarılarıma şahit ol.
3 yaşımdaki duygularımla seviyorum hala seni. Kokunu unutmuş olsam da koklarcasına sarılıyorum babacığım.
Hoşça kal...
ADAGİO
Pınar Kür’e
Bir Deli Ağaç anısına…
Gün yine acımasız doğmuştu yalnızlığına.
İşte yine başlıyordu...
Adagio...
Ne yapsaydı bilmiyordu.
Uykusuz geçirdiği tüm gecelere inat
Uyur olmuştu uzun zamandır.
Oysa şimdi eskilerden çıkıp gelen derin bir keder gibi
Dolanıyordu uykusuzluk bedeninde.
Günün ilk ışıklarıyla irkildi.
Adagio...
Ne zaman bu kadar erken başlasa sabah
Bitmez bir çile oluyordu onun için...
Yine böyle bir sabah değil miydi onu kederlere bağlayan.
“Üç gün ard arda uyumamak” demişti...
Adagio...
Sessiz bir keder gibi girmişti bu melodi içine.
Kalbinin en derinindeki soluksuz nefesi çıkarmıştı ortaya ve...
Zaman aşımına uğramış birer mum gibiydi şimdi gözleri,
Erimek için yanması gerekirken yanamadan su olmuştu o.
Gözlerinden akmayan her yaşa inat
Bir damla su oluyordu uykusuz her sabahında.
Yaşamlar, yaşananlar, unutanlar, yaşatmayanlar...
Ne vardıysa artık bunları düşünecek...
Geride kalmıştı işte hepsi.
Sabahın ilk saatinde yankılanan bir ses sadece...
Adagio...
Kalbini çıkarıp koymak zorunda olmasaydı o taşa.
Uykusuz olmayacaktı ki sabahlar.
Şimdi ise uykular da yok taştaki kalbi gibi,
Eski bir hüzün sadece...
Adagio...
Canım dostum,
Biliyorum ki anlatmak kolay olmayacak yine hiçbir şeyi. Biliyorum ki göz yaşlarımı saklamak için anlatmayacağım hiçbir şeyi.
Seni üzmek istemediğimden, gülümseyeceğim yine belki, ama belki de bir kerede anlatırım sana her şeyi. İçimden çıkan kanlı bir zehir gibi dökerim her şeyi önüne. Ama ya dayanamazsan, ya üzülürsen benim bu halime... En iyisi susmak aslında. Anlatacağım her şeyi biriktirip içimde sonra susmalıyım. Ölüm suskunluğu olmamalı ama bu, sadece dostluk suskunluğu işte... Fark ettin mi son zamanlarda seni hep birlikte susmak için çağırır oldum. Suskunluklarım o kadar arttı ki tek başıma kaldıramaz oldum. Biliyordum hep neden bu kadar sustuğumuzu merak ediyordun ama soramıyordun suskunluğu bozmamak için. Öğrendin işte, sonunda...
Aslında o kadar çok ki anlatılacak. Bitirdim dediğim her şeye yeniden başladım aslında. İçimde verdiğim savaşların hepsini kaybettim. İçimdeki çocuğu güldürmeye çalışırken bak yine ağlatıverdim. Hep böyle oluyor işte... -gülmesi için oyunlar oynatıyorum ona, sonra en güzel yerinde ayağı takılıp düşüyor ve canı yanınca ağlamaya başlıyor.-
Bugün yine onunla konuşmaya karar verdim mesela,yapamayacağımı bile bile. Oysa ne çok konuştuk bunun üstüne. Biliyorum kaybetmeyeceğim hiçbir şeyi, içimdeki aşk dışında...
Nefes alamıyorum konuşurken. Evet, evet ağlamamak için değil de, nefes almak için anlatmıyorum hiçbir şeyi. Nefes almak ve biraz daha yaşamak, biraz daha acı çekmek için susuyorum derin derin. Söylemiş miydim? Acı çekmek haz veriyor artık bana. Bükemediğin eli öpme misali yenemediğim acımı seviyorum. Hayat karşısında yenilmişliğin verdiği acı değil bu, kendime yenilmiş olmanın acısı.
Kendimle baş başa kalmaya başladım başlayalı biraz yeniğim kendim karşısında. İyice ayak uydurur oldum kendime. Önceleri kendimi kandırır kaçardım. Şimdi ise ne kadar kaçsam arkamdan geliyor,tutuyor eteğimden, acıtıyor canımı. Dağlar nehirler aşıyorum, türlü oyunlar oynuyorum ama her defasında ona yakalanıyorum. Her oyunu kaybeden yine ben oluyorum. Eskiden oyunları kazanırdım oysa. Dünya karşısında, yaşamak karşısında, yenik düşsem de kendim karşısında hep kazanan olurdum. Bilmiyorum aslında. Artık oyunlardan ve kaçışlardan vazgeçip kendime teslim olmam gerekiyor belki de. Belki de…
Ankara’yı özlemek... bir şehri özlemek kadar basit olmasa gerek...
Bir şehri özlemek...bir şehri özlemek basittir,içinde heyecan yoktur. Sadece insan... insan bir şehri özlerken aslında, insanları özler en çok. Şehir dediği şey yaşadığı yer, sevdiği insanların bulunduğu yerdir insanın. İşte bu yüzden Ankara’yı özlemek bir şehri özlemek kadar basit değildir.
Ankara’yı özlemek, o havayı solumayı özlemektir. Ankara’yı özlemek üst geçitlerin altından can pazarı yaşayarak geçmeyi özlemektir. Ankara’yı özlemek Anıtkabir’i her yerden görüp, hüzünlenmeyi özlemektir. Ankara’yı özlemek yavaş yavaş yanmaya başlayan şehrin ışıklarının sisin içinde sönükleşmesini izlemeyi özlemektir. Ankara... Ankara aslında en çok özlemektir.
Gidince bir sürprizle karşılaşmayacağını bile bile heyecanlanmak, midene kramplar girecek kadar heyecanlanmak, sanki sevgiliyle ilk buluşmaymışçasına kalp atışlarının hızlanması...
Hiçbir şey değişmeyecek herkes biliyor aslında. Gidince yine yalnızlığına hapsolacak giden, evine adımını attıktan sonra yapacağı ilk şey perdeleri açmak olacak,perdeleri açarken bile yine yalnız olacak. Tüm kalbi orada, binaların birinin içinde olsa bile, bunu düşünmeyecek... sadece ışıkları seçmeye çalışacak. Anıtkabir’e şöyle bir dalacak...
Ankara’dan ayrılırken hiç olmadığı kadar, Ankara’ya gelirken heyecanlanacak. Ankara’dan ayrılırken duyduğu hüznün iki katı sevinç duyacak. Her ne kadar Ankara yalnızlık demekse de, bir şehir uğruna tüm kalp özlemle dolacak. Ankara uğruna yalnızlık sevinç olacak. Adımını atar atmaz iliklerine kadar donacak, Tunalı’da titrediği günü hatırlayacak, otobüsün buz tutmuş camlarını... sonra, bir gün eve koşarak geldiğini hatırlayacak, dondurucu soğuğa rağmen terlediğini, sonra üşüyüp yorgan altına saklandığını... ve nedense tüm bunları yaparken yine yalnız olduğunu hatırlayacak. Kalbi hafif burkulacak,gözü ışıklara dalacak, bir damla yaş,inadına, kayıtsızca akacak... efkar dağıtılmaya çalışılacak. Tüm bunlar bir göz kırpmayla son bulacak. Işıklar yanacak, en sevilen şarkı bir kez daha son sesinde dinlenecek. Sonra ihtiyaçlar akla gelecek. Küçük işler halledilecek, eve su istenmesi, valizlerin boşaltılması, kedinin maması, kumu derken bir gün daha bitecek.
Belki gün bitmeden bir iki kadeh devrilecek. Gönül yine istenmeyen yerlere gidecek. Tam Ankara’nın şerefine kaldırırken kadehi, o hüzünlü sözler duyulacak. “Bence artık sen de herkes gibisin!” diye ağlamaya başlarken en büyük yalan söylenecek. Kadehleri saymayı bıraktıktan sonra kalp hafiflemeyecek. Vücut tüm ağırlığını yitirmiş olsa da kalp ağırlaşacak. Biraz sonra insan sadece KALP kalacak. Kalp sonra göz olacak, göz akan yaşlarla ağır ağır kapanırken rüyalar büyük bir yalanı ortaya çıkaracak: “Bence artık sen de herkes gibisin!” Rüya bir türlü yalanı örtemeyecek, utanacak, unutacak...
Gözler usul usul kapanacak... hiç gidilmeyen yerlere gidilecek, hiç görülmeyen yerler görülecek, kimsenin keşfetmediği güzellikler keşfedilecek. Hiç tutulmayan eller tutkuyla tutulacak, hiç bakılmamış gözlere bir kere içten bakılacak, hiç dokunulmamış dudağa bir buse konulacak, hiç söylenmemiş sözler dudaktan bir bir dökülecek, tüm gücüyle çarpan kalp bir anda duracak!